Modern çağın vitrinlerinde sergilenen bu “kusursuzluk” ideali, aslında insani olan her şeyden çok uzaktır. Çünkü kusursuzluk, doğası gereği insana ait değildir. İnsan olmak, kırılganlıkla, çelişkiyle, duyguyla ve elbette kusurla mümkündür.
Aslında kusur, bir eksiklik değil; bir izdir. Yaşanmışlığın, çabanın, bazen de cesaretin izidir. Bir seramik ustasının elleriyle yaptığı çay fincanının hafif eğri ağzı, bir şairin dizelerinde kalan küçük imla hatası, bir çocuğun annesine çizdiği portredeki orantısız gözler… Bizi gülümseten, içimizi ısıtan, gerçekliğini hissettiren şeyler tam da bu “kusurlar” değil midir?
Wabi-sabi olarak bilinen Japon estetik anlayışı, geçiciliği, sadeliği ve eksikliği güzel bulur. Bu felsefe, kusurları saklamak yerine onları kabul eder ve onurlandırır. Aynı anlayıştan doğan kintsugi felsefesi ise kırılmış bir çömleği altınla onararak onu daha değerli hâle getirir. Çünkü o çatlak artık bir hata değil, bir hikâyedir. Her kırık yer, geçmişin bir izi, yaşanmışlığın bir parçasıdır. Bu yüzden, wabi-sabi ve kintsugi bize şunu hatırlatır: Eksiklerimizle, kırıklıklarımızla ve kusurlarımızla gerçek güzelliğe ulaşırız.
İnsanlar da böyledir aslında. Duygusal tepkilerimiz, hatalı seçimlerimiz, bastıramadığımız korkularımız, fazlasıyla içten bir gülüşümüz ya da gözlerimizin köşesindeki çizgiler… Hepsi bizim benzersizliğimizin göstergesi. Kusurlarımız bizi biz yapan, başkalarının bizde tanıdık bulduğu, yakınlık duyduğu yanlarımızdır. Çünkü insanlar, başka bir insanın “mükemmelliğinde” değil, onun “insanlığında” kendilerini bulurlar.
İş hayatında bile bu durum zaman zaman kendini gösterir. Soğuk, robotik bir mükemmellik yerine; hatasını kabul edebilen, empati kurabilen, duygusal zekâsı yüksek liderler daha çok sevilir. Bir öğretmenin tahtada yanlış yazdığı bir kelimeyi fark edip gülerek düzeltmesi, öğrencilerin gözünde onu kusursuzlaştırmaz, aksine daha ulaşılabilir ve ilham verici kılar.
Sanatta da bu durum geçerlidir. Bazen bir müzik parçasındaki yanlış nota, o parçanın duygusunu daha iyi yansıtabilir. Bir sesin çatlaması ya da bir fırça darbesinin taşması gibi “hatalar”, sanatçının iç dünyasını ortaya koyar. Çünkü her şeyin kusursuz olduğu işler biraz yapay kalabilir. Ama kusurlu olan işler daha canlıdır. Canlılık ise duygudan, yani kusurlardan gelir.
Kusurlarımızı gizlemeye çalıştıkça, kendimizi de gizliyoruz aslında. Çünkü kusuru saklamak, kendini saklamaktır. Oysa kabul ettiğimiz her eksiklik, bizi biraz daha özgürleştirir. Biraz daha insana yaklaştırır.
Kusurun kusursuzluğu işte tam burada başlar: Kendi doğallığımızda, kırılganlığımızda, eksikliklerimizde. Ve belki de bu yüzden, bazı yüzlerdeki çiller, bazı cümlelerdeki kekemelik, bazı hayatlardaki savrulmalar daha güzel gelir gözümüze. Çünkü içten gelir. Çünkü gerçektir.
Sonuç olarak; insan olmak, mükemmel olmak değil, tamamlanmamış olmakla anlam kazanır. Ve belki de en büyük güzellik, bir şeyin ya da birinin “hatasız” olmasında değil, o hatalarıyla sevilmesinde gizlidir.
O yüzden bırakın, fincanınızın kenarı biraz eğri olsun. Ama içinde paylaşılan çay samimi olsun.